9.11.07

Faşizm


Giriş bölümünde terör teriminin tanımını yaparken şöyle demiştik: "terör, en geniş anlamda, yoğun ve sistematik bir korkuyu ve bu korkuya neden olabilecek her türlü şiddet eylemini içerir". Bu tanıma önemli bir nokta daha eklemek gerekiyor. Terörün iki farklı türü olduğundan söz edilebilir çünkü: Biri ekonomik ya da siyasi çıkarlar adına uygulanan terör, öteki ise bir ideoloji adına yapılan terördür. Birincisine en iyi örnek, mafya örgütlerinin son tahlilde karlarını "maksimize" etmek için uyguladıkları terör, ikincisine en iyi örnek ise kendisini "devrimci" olarak tanımlayan ve "halkın kurtuluşu" gibi ideolojik söylemlerle savaşan solcu gerillaların terörüdür ("şehir" ya da "kır" gerillaları).

Birincisinde sadece ve sadece güç istenir; terörü uygulayanlar kendi kişisel ekonomik ya da politik güçlerini artırmak ya da korumak peşindedirler. İkincisinde de güç arayışı esastır, ama bu güç, bir ideoloji adına istenmektedir.

Bu iki terör türünün arasında bir yerlerde bir terör türünün olup olmadığını merak edip de siyasi tarihe bir göz atarsak, ilk göze çarpan şey "faşist" ya da "aşırı sağcı" şeklinde nitelenen terör türü olacaktır.

Faşist terör, ideolojik terörle ideolojik olmayan terörün arasında bir yerlerdedir, çünkü sahip olduğu ideolojik söyleme karşın, önemli bir bölümü kendisini uygulayanların çıkar beklentilerinden ve bir de "içgüdüsel" eğilimlerinden kaynak bulmaktadır.

Bir başka ifadeyle şöyle denebilir: Faşist terör, belirli bir ideolojinin adına yapılmaktadır. Bu ideolojinin en önemli unsuru ise ırkçılıktır. Ancak faşist terörün ardında, sadece bir ideolojik gerekçe yatmaz. Çünkü faşist terörü uygulayanlar, çoğu kez bu terörden önemli bir çıkar da elde ederler. Dolayısıyla, çoğu faşist örgütlenmede, ideoloji çıkarları kamufle etmek için kullanılır. Önce terör uygulanır, sonra da bu terörü sözde meşrulaştırıcı bir ideolojik söylem üretilir. Bu nedenle, faşist ideolojik söylemler çoğu kez son derece sığ ve ilkeldir.

Bunun yanında, faşistlerde "terör için terör" olarak özetlenebilecek psikoloji vardır. Kaba kuvvete karşı içgüdüsel bir hayranlık duymaktadırlar ve bu kuvvetin ifadesi olan şiddet eylemlerine, bu eylemler her hangi bir rasyonel amaç taşımasalar da, büyük bir sempati beslerler. Bu noktada terör, bir araç değil, başlı başına bir amaçtır; faşistin ruhundaki şiddet eğilimini tatmin eder çünkü.

Bu bölümde söz konusu faşist terörün bazı tarihsel örneklerine göz atacak ve bu örneklerin ortaya koyduğu standart "faşist portresi"ni inceleyeceğiz. Bunu yaparken de, özellikle bu faşist portresinin çoğu kez gözlerden uzak kalan üç ilginç özelliğini ele alacağız. Bu özellikler sırasıyla; neo-Paganizm, cinsel sapkınlık ve "Siyonist bağlantısı"dır.

PAGANİZM VE HIRİSTİYANLIK

Faşizmin ideolojik altyapısının en önemli unsurunu ırkçılığın oluşturduğu söylenebilir. Tarihsel ve güncel faşizm örneklerine bakıldığında, hepsinin de merkezinde ırkçı ya da en azından aşırı milliyetçi bir söylem bulmak mümkündür. Faşizm adına uygulanan her türlü şiddet eylemi de bu ırkçı söyleme dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılır. Örneğin "etnik temizlik" uygulanır; çünkü bir etnik grup faşistlerin ait oldukları ırkın "saflığını" bozmakta ya da o ırka ait addedilen topraklar üzerinde yaşamaktadır. İllegal eylemler, cinayetler işlenir ve bunlar "ırkın ya da ulusun geleceğini korumak" gibi sözde kutsal amaçlara adanır.

Dolayısıyla faşizmin köklerini ırkçılıkta aramak, ırkçılığın nasıl ortaya çıktığına bakarak faşizmi analiz etmek gerekir.

Irkçılığı ele aldığımızda ilk söylenmesi gereken şey ise, bunun modern bir hastalık olduğudur. Modernizm öncesi çağlarda da ırkçılığın bazı yerel örnekleri görülmüştür belki -özellikle de Yahudilerde- ama bu ideolojinin yaygınlaşması ve pek çok topluma bulaşması, modernizmle birlikte gerçekleşmiştir.

Modernizmin ırkçılığa kaynaklık eden temel özelliği ise, dini toplumsal yaşamın dışına çıkarmış olması, bir başka deyişle din-dışı bir toplum kurmasıdır.

Modernizm öncesi çağda, yani Avrupa için konuşmak gerekirse Hıristiyanlığın topluma egemen olduğu eski zamanlarda, ırkçılık kendisine hayat sahası bulamıyordu. Bunun en büyük nedeni ise, Hıristiyanlığın -aynı İslam gibi- evrensel bir din olması ve insanlar arasındaki ırk, dil, renk gibi farklılıkları önemsizleştirmesiydi. Hıristiyanlık, bunun da ötesinde, faşizmin diğer temel ideolojik kaynaklarını, yani örneğin şiddetin yüceltilmesini, savaşın kutsanmasını, ölmenin ve öldürmenin başlı başına bir değer olarak algılanmasını da tamamen engelleyen bir kültürel çevre oluşturmuştu.

Oysa bu kültürel çevre, Hıristiyanlığın egemenliğinden önce Avrupa'da mevcuttu. Hıristiyanlık gelmeden önce, Avrupalı toplumlar, ait oldukları Hint-Avrupa kültürünün temel özelliklerini taşıyorlardı. Hint-Avrupa kültürünün en temel özelliği ise, pagan yani çok Tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım ettiklerine inanıyorlardı. Bu ilahların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan toplumda savaş tanrıları yer alırdı.

Pagan inancında savaş tanrılarına gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsanmasının bir sonucuydu. Pagan kavimler birer barbar toplumuydular ve daimi bir savaş atmosferi içinde yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek kutsal bir görev sayılıyordu ve bunun sonucunda da bu inancı desteklesin diye bir çok "savaş tanrısı" üretmişlerdi.

Dolayısıyla şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun gayr-i ahlaki olduğunu söyleyen elle tutulur hiçbir öğreti, bir kanun ya da bir "şeriat" yoktu. Pagan dünyasının rakipsiz hakimi olan Roma, insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri arenaların diyarıydı. Kuzeyli barbar pagan kavimler ise, bir yandan birbirlerini kırıp geçiriyor, bir yandan da Roma'yı yağmalamaya çalışıyorlardı. Kısacası, kuvvetin, yalnızca ve yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, dahası bu kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, hatta ciddi bir ahlak kavramının bile var olmadığı bir dünyaydı pagan dünyası.

Ancak bu pagan dünyası, Roma'nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesi ile birlikte çok güçlü bir etkinin altına girmeye başladı. Hint-Avrupa geleneğinin barbar kültürü, Sami kültürünün içinden çıkıp gelen İlahi kaynaklı bir öğreti tarafından kuşatıldı. Roma'nın çökmesiyle birlikte ise, o zamana kadar Avrupa'daki örgütlenmesini büyük ölçüde tamamlamış olan Hıristiyan Kilisesi pagan dünyasına egemen oldu.

Hıristiyanlık, barbar pagan dünyasına hiç tanımadığı bazı kavramları getirdi. Öncelikle, çok ilahlı dinler birer birer eriyerek, Hz. İsa tarafından insanlara vaz'edilen tek İlahlı Hak Din'in içinde yok olmaya başladılar. Böylece pagan dünyası, ahlak ve şeriatla tanıştı. "Öldürmeyeceksin" hükmünü içeren On Emir'le aydınlandı. (Aslında Hıristiyanlık pagan dünyasında yayılırken bir yandan da taviz vererek o dünyanın bazı özelliklerini kabul edip kendi içine aldı ve böylece belli ölçüde dejenere oldu. Ama yine de İlahi kaynaklı Hak Din'in bazı temel özellikleri Hıristiyanlık sayesinde pagan Avrupa'ya taşınmış oluyordu.)

İşte pagan dünyasının şiddeti kutsayan, savaşçı, barbar, kan dökmeye eğilimli kültürü de Hıristiyanlığın bu büyük fethi ile birlikte ortadan kalktı.

Kilise'nin yönettiği Avrupa'da bin yıl boyunca ırkçılık yoktu. Ulus kavramı bile yoktu, insanlar kendilerini bir ulusun üyesi olarak değil, Allah'ın kulları olarak kabul ediyorlardı. O dönemde Avrupa kıtasına "Avrupa" değil, "Christendom" (Hıristiyanya) deniyordu. Kilise, farklı renklerdeki insanların da aşağı bir ırk olarak kabul edilmelerine kesinlikle karşı çıkıyordu.

Örneğin Yeni Dünya'nın keşfinden sonra Amerika'ya giden yağmacılar yerlilerin "bir tür hayvan" oldukları düşüncesini yaymaya ve böylece kıtayı kolaylıkla sömürüp-yağmalamaya çalışırken, Katolik otoriteleri buna şiddetle karşı çıkmışlardı. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmuş olmasıdır. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgecilerin uygulamalarını lanetlememiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz. Bunlar insan değil mi?" diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin gerçek insanlar ("veros homines") olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.

Ancak Kilise'nin Avrupa toplumların üzerindeki egemenliği, asırlar süren ve; Hümanizm, Protestanlık, Aydınlanma, Fransız Devrimi gibi aşamalardan geçen bir sekülerleşme (dinden kopuş) süreci içinde yok oldu. Avrupa, artık eskisi gibi "Christendom" olarak anılmıyordu; aksine Hıristiyanlık her geçen gün gücünü daha da yitiriyor ve büyük bir sosyal bir güçten "ahlaki öğreti" konumuna iniyordu.

Peki ama Hıristiyanlığın ortadan kaldırılmasıyla doğacak boşluk nasıl doldurulacaktı?

Bu soruya farklı ideolojiler farklı cevaplar verdiler. Marksizm ya da liberalizm "akıl" ve "bilim" kavramlarını yeni bir din olarak benimsemeye başladı. Dinin asırlardır üstlendiği yol göstericilik misyonunun bu kez insan aklı ve deneysel bilgi tarafından ele alınacağına inanıyorlardı.

Ancak bazı ideologlar, bu "akıl ve bilim" efsanesinin yanına, bir de biraz daha antik bir öğreti bulmaya karar verdiler, modern topluma anlam ve kimlik kazandırabilmek için. Bu antik öğreti, 15 asır önce Hıristiyanlık tarafından tarihin raflarına kaldırılmış olan Paganizmdi.

FAŞİSTLER YA DA NEO-PAGANİSTLER

Faşizmin öncüleri, kurdukları ideolojik sistemin temel dayanaklarını antik Pagan dininde buldular. Hıristiyanlık, ırkçılığı ortadan kaldırmakla ve şiddete karşı çıkan barışçı bir ahlak getirmekle, faşizmin temellerini yok etmişti; bu temellerin yeniden kurulması için de Hıristiyanlık öncesine dönmek şarttı.

Bu eğilimin en önemli temsilcilerinden biri, faşizmin de en büyük kuramcılarından biri sayılan Friedrich Nietzsche idi. Nietzsche, Hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret duyuyor, bu dinin Alman ırkının ruhunda (volkgeist) var olan savaşçı ve dolayısıyla sözde asil özü yok ettiğine inanıyordu. Deccal (Anti-Christ) adlı kitabıyla Hıristiyanlığa saldırmış, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabıyla da eski Pagan kültürünün içeriğini savunmuştu. Nietzsche, ırkçılığın da öncülüğünü yapıyor, insanları basit, sefil insanlar ve üstün-insanlar olarak ikiye ayırıyordu. Nietzsche'nin açtığı yolda ilerleyen faşizm, kısa süre içinde Nazizm'i üretmekte gecikmeyecekti.

Faşist ideolojinin hayal ettiği ideal devlet kavramı da aslında Pagan kültüründen geliyordu. Tarihin en kapsamlı totaliterizm tasvirlerin biri, Platon'un Devlet adlı kitabında ortaya koyduğu modeldi. Platon, bu kitabı yazarken o dönemde Yunan yarımadasının en önemli şehir devletlerinden biri olan Sparta'yı model olarak benimsemişti. Askerler tarafından yönetilen otoriter bir rejime sahip olan Sparta'daki en yüce ideal ise savaştı.

Dolayısıyla, faşizmin ideologları hem ideolojilerinin psikolojik temellerini hem de ulaşmak istedikleri modeli Pagan kültüründe buldular. Bunun sonucu ise, Hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret ve geniş çaplı bir neo-Paganizm hareketiydi. Eski bir Pagan sembolü olan gamalı haç, bu nedenle faşizmin en ünlü sembolü haline geldi.

Almanya'da Nazi ideolojisinin gelişiminde en büyük rollerden biri olan ve Aryan ırkı ile ilgili teorilerin gerçek babası sayılan Jorg Lanz von Liebenfels, gamalı haçı ilk kez kullanan kişiydi. Lanz'ın kurduğu Ordo Novi Templi adlı örgüt, tamamen Paganizmin yeniden doğuşuna adamıştı kendini. Lanz, Cermen Pagan dininin Tanrı'larından biri olan "Wotan"a taptığını açıkça ilan etmişti. Ona göre Wotanizm, Cermen halkının özgün diniydi ve ancak bu dine dönmekle kurtulabilirlerdi. Gamalı Haçı ise, Wotan'ın sembolü olduğu için seçtiğini söylüyordu. Ordo Novi Templi tarafından yayınlanan derginini adı ise Ostara idi; yani Wotan'ın eşi olduğu düşünülen dişi-tanrı.

Lanz ve benzeri neo-Pagan ideologların açtığı yolda ilerleyen Nazizm, neo-Paganizmi geniş ölçüde topluma da empoze ettiği. Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın, Hitler önderliğinde kurulan yeni Alman Krallığı (III. Reich) için gerekli olan spritüel enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik pagan dinine geri dönülmesini açık açık savunmuştu. Rosenberg'e göre, Naziler iktidara geldiklerinde Kiliseler'deki İnciller ve haç sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek söz konusu yeni Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.1

Ancak yine de önemli neo-Paganizm uygulamaları yaşandı Nazi rejimi sırasında. Hitler'in iktidarı ele geçirmesinden bir süre sonra, Hıristiyanlıktaki kutsal günler ve bayramlar yok olmaya ve yerlerine Pagan dininin kutsal günleri konmaya başlandı. Evlilik törenlerinde "Yer Ana" ya da "Gök Baba" gibi Pagan tanrılarına seslenilir oldu. Haç sembolleri ve her türlü Hz. İsa resmi kademeli bir biçimde okullardan ve hastanelerden çıkarıldı. 1935 yılında okullarda öğrencilere Hıristiyan duaları yaptırılması yasaklandı. Ardından Hıristiyanlıkla ilgili derslerin tamamı kaldırıldı.

SS Şefi Heinrich Himmler, Nazi rejiminin Hıristiyanlığa bakışını şöyle ifade ediyordu: "Bu din, tarih içinde taşınmış olan en büyük veba mikrobudur. Ve ona öyle muamele etmek gerekir".2

Nazizmin ideolojik ve "ruhsal" temelini oluşturan bu neo-Pagan uyanış, daha az derecelerde de olsa, diğer tüm faşist modellerin ortak noktasıydı. Mussolini de antik Roma kültürünü canlandırmaya kalkmıştı. Ayrıca, Neron'un mirasına özenerek kendisini yarı-Tanrı Sezar statüsüne çıkarmaya çalıştı. Milizia Fascista adlı resmi dergi, Faşist İtalya vatandaşlarına şu çağrıyı yapıyordu: "Tanrıyı sevmekten bir an bile geri kalma. Ama unutma ki, İtalya'nın Tanrısı Duce'dir".3

Mussolini sözde "Tanrı"lığını sadece lafta bırakmamış bunu aynı zamanda koyduğu kanunlarla da uygulamaya geçirmeye çalışmıştı. İbrahimi dinlerin temelinde yer alan "On Emir"e karşı, "Faşist On Emir"i yazdırmıştı. Bu neo-Pagan On Emir'in 8. maddesi "Duce her zaman haklıdır" hükmünü içeriyordu.4

Bu yarı Tanrı Duce çılgınlığı İtalyan toplumunda gerçekten etkili olmuştu. Maria Macciocchi'nin Faşizmin Analizi'nde yazdığına göre;

Güneyli köylü kadınları "Mussolini Tanrı-İnsan" diyorlardı ve Duce'nin harman dövmesine bakarak şöyle haykırıyorlardı: "Tanrı bize ekmek veriyor, bunu bize harmanda döğüyor, bizde onu koruyoruz".5

Mussolini, genç nesli faşist sisteme uygun bir şekilde yetiştirmek için "Balilla" adlı bir çocuk örgütü kurmuştu. Balilla'nın "Credo"su (temel inançları-"amentü"sü) "Kutsal Papa'nın şahsında faşizme inanıyorum" diye başlıyor, "Mussolini'nin dehasına iman ederim" sözleri ile devam ediyordu.6

Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, Mussolini'nin dini otoriteye yaklaşımı Nazizm'den biraz farklıydı. Aslında her iki faşizm versiyonu da temelde aynı amaca sahiptiler; ideolojilerinin antik Pagan kültürüne dayandırılarak meşrulaştırılması. Ancak bu neo-Paganizmi uygularken Nazizm Kilise'ye büyük bir baskı uygulamıştı. Buna karşın, Mussolini Kilise'ye biraz daha ılımlı yaklaşmış, ve böylece bu kurumu faşizme destek verecek hale getirmeye çalışmıştı.

Aradaki bu yöntem farklılığı, Nazizm'in İtalyan faşizminden daha güçlü olmasının bir sonucuydu aslında. Hitler, Kilise'yi açıkça ezmekten çekinmeyecek kadar büyük bir otoriteye sahipti. Oysa Mussolini, bu denli radikal bir girişimi göze alamadı; hem Hitler kadar güçlü değildi, hem de Kilise'nin gücü İtalya'da Almanya'ya göre çok daha büyüktü.

Oysa Mussolini'nin din düşmanlığı, 1915'de Lausanne Halk Sarayı'nda şunları söylemesine yol açacak kadar keskindi: "Allah yoktur; din, bilim karşısında bir saçmalıktır. İnsanlar için bir hastalıktır".7 İktidara gelmesinden önceki yıllarda da La Lima adlı gazetede "gerçek dinsiz" takma adıyla dine açıkça saldıran yazılar yazmıştı.

Faşizm ile ilgili bu bilgilerin ardından sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Faşizm, Hıristiyanlık ve İslam gibi evrensel dinlerle hiçbir şekilde bağdaşamaz. Bu nedenle de, tüm faşistler neo-Pagan bir ideolojik ve psikolojik temele sahiptirler. Kimi zaman bu neo-Paganizmi Hıristiyanlığa ya da İslam'a uyumlu bir görüntü altında sürdürürler. Ancak dinin içini boşaltıp onu neo-Paganizme kılıf yapmaktan başka bir anlam taşımayan bu sahte dindarlık, faşizmin her türlüsünün Nazizm kadar din aleyhtarı olduğu gerçeğini değiştirmez.

Ve bu gerçek, bizi çok daha ilginç bazı sonuçlara ulaştırır. Faşizm, neo-Paganizmi benimserken, doğal olarak dini ahlakı reddedip Pagan kültürlerindeki "ahlak" anlayışını benimsemiş olmaktadır. Bu söz konusu Pagan ahlakı, ilahi dinlerce şiddetli bir biçimde yasaklanan pek çok gayr-ı ahlaki hatta sapkın davranışı serbest kılmakta, hatta kimi zaman desteklemektedir.

Faşizm ile homoseksüellik arasındaki çok ilginç ve son derece örtülü ilişkinin kökeninde de bu gerçek yatmaktadır.

Almanya'da "Ultra-Masculen" HOMOSEKSÜELLİĞİN Doğuşu

20. yüzyılın başında Almanya, "cinsel özgürlük" akımının dünyadaki en önemli kalesi durumundaydı. Alman toplumunun Hıristiyanlıktan hızlı kopuşu, cinsel ahlakın da hızla erimesine yol açmış ve eskiden sapıklık sayılan pek çok anormal "cinsel tercih" rahatlıkla uygulanır hale gelmişti. Bunların başında da homoseksüellik geliyordu.

Almanya'daki bu atmosfer içinde hızla gelişen homoseksüellik, kısa sürede örgütlenmeye de başladı. Bu işin önderliğini yapan ilk önemli isim, Karl Heinrich Ulrichs (1825-1895) adlı bir avukattı. 14 yaşındayken 30 yaşlarındaki bir Alman erkek tarafından iğfal edilen Ulrichs, bir süre sonra, bu olayın ruhunda var olan homoseksüelliğin ortaya çıkmasına yarayan bir şans olarak yorumlamaya başlamıştı. Bunun ardından da homoseksüelliği meşrulaştırmaya yönelik ideolojik bir taban yaratmaya çalıştı. Homoseksüelliğin iradi bir sapıklık değil, bazı insanların doğasında var olan kalıtımsal bir özellik olduğu şeklindeki açıklamayı ilk kez o ortaya attı ve geliştirdi. Bu durumu, "bir erkeğin bedeninin bir kadının ruhunu taşıması" olarak yorumluyordu. 1862 yılında bu "erkek bedenli kadın ruhlu üçüncü cins"i tanımlamak için de, eski Yunan kaynaklarından bulduğu "Uranien" terimini ortaya attı. Ve Almanya'daki homosekseüller kısa süre içinde kendilerini "Uranienler" olarak tanımlamakta gecikmediler.

Ulrichs'in "teorik" çalışması 1895'teki ölümünün ardından daha da büyük bir yaygınlık kazandı. Komünist Manifesto'dan esinlenerek ortaya atılan "dünyanın tüm Uranienleri birleşin!" sloganı Almanya'da çoğalmaya başlayan "gay bar"larında sık sık duyulur oldu. I. Dünya Savaşı'nın ardından kurulan Weimar Cumhuriyeti'nde ise, homoseksüeller Avrupa'da ilk kez varlıklarını açıkça duyurdular ve toplum tarafından "tanınmak" istediler. Münih ve Berlin, dünyanın en önemli "homoseksüel merkezleri" olarak anılıyorlardı.

Ulrichs'in ardından homoseksüel hareketin liderliğini üstelenen kişi ise Magnus Hirschfeld (1868-1935) adlı ünlü Yahudi bir fizikçiydi. Hirschfeld, kendisi gibi homoseksüel olan, Max Spohr ve Erich Oberg'le birlikte, Bilimsel-Hümaniter Komite'yi (Wissenschaftlich-Humanitares Komitee) kurdu. BHK'nın iki temel amacı vardı:

1. Ulrihcs'in felsefesini ve çalışmalarını geliştirmek ve

2. Alman toplumunda homoseksüelliğin legal ve normal bir davranış olarak kabul edilmesini sağlamak; bu amaçla da Alman Ceza Kanunu'ndaki homoseksüelliği yasaklayan 175. maddeyi kaldırmak.

Bilimsel-Hümaniter Komite'nin lideri Hirschfield, "travesti" kelimesini de ilk kez kullanan ve lügatlara sokan kişiydi. Bununla, kadın kıyafetleri giyen erkekleri kast ediyor ve bu tavırlarıyla ruhlarındaki "feminenliği" (dişiliği) ifade ettiklerini savunuyordu. Hirschfield, 1919 yılında ise Berlin Seks Araştırma Enstitüsü'nü kurdu. Derneğin amacı, homoseksüellik hakkında araştırmalar yapmak ve bu davranışın "normal" olduğunu bilimsel yöntemlerle sözde ispatlamaktı.

Ancak BHK ve Enstitü çatısı altında gelişen tüm bu homoseksüel örgütlenme, 1900'lü yılların başından itibaren farklı bir homoseksüel fraksiyon tarafından şiddetle eleştiriliyordu. Bu ikinci tür homoseksüeller, BHK çevresindeki homoseksüelleri "feminen homoseksüeller" olarak tanımlıyor, kendilerini ise "maskülen (erkek) homoseksüeller" olarak adlandırıyorlardı. En çok karşı çıktıkları şey, "erkek bedeninde kadın ruhu" teorisiydi. Bunun basit ve aşağı bir davranış olduğunu savunuyor, buna karşı kendi homoseksüelliklerinin ahlaki yönden en üstün cinsel davranış olduğunu öne sürüyorlardı.

Bu "maskülen" ya da "maço" homoseksüellerin "erkek bedeninde kadın ruhu" teorisine karşı çıkmalarının nedeni ise, aslında kadın karakterini aşağı görmeleriydi. Onlara göre kadın; zayıflığın, güçsüzlüğün, başarısızlığın, köleliğin temsilcisiydi. Buna karşılık erkek; gücü, iktidarı, mükemmelliği temsil ediyordu. Feminen homoseksüellere, kadınsılaştıkları için antipati duyuyorlardı. Kendi homoseksüelleklerini ise, "erkekler arasındaki sevgi" olarak adlandırmışlardı.

Bu "maskülen homoseksüellik akımının öncüsü, Adolf Brand adlı bir Almandı. 1896 yılında, Der Eigene (Özgün) adlı dünyanın ilk homoseksüel dergisini yayınlamaya başlayarak sesini duyurmuştu. Der Eigene'nin sayfalarına bakıldığında, BHK çevresindeki feminen üslubun tam aksine, son derece "maço" bir üslup göze çarpıyordu. En önemli nokta ise, bu maço üslupla ifade edilen ideolojik söylemdi: Şiddetli bir nasyonalist, ırkçı ve antisemit eğilim vardı Der Eigene'de. (Ancak bu antisemitizm, ilerde inceleyeceğimiz gibi, Siyonistlerle Alman ırkçıları arasında kurulacak olan ittifakın da temelini oluşturacaktı). Tarihçi George L. Mosse, bu konuda şunları yazıyor:

Der Eigene'nin hemen her sayısında ve her sayfasında ırkçı ideolojiye rastlamak mümkündü. Derginin 1926 yılında yayınlamaya başladığı Rasse und Schonheit (Irk ve Güzellik) adlı ekten çok daha önceleri bile, Cermen ırkının erkeksi karakteri sık sık vurgulanıyordu. Elele tutuşmuş ve çırılçıplak kaslı bedenlere sahip Alman erkeklerinin resimleri, Almanya'daki belirgin doğal güzelliklerin önünde poz vermiş şekilde yayınlanıyorlardı. Brand'in yazdığı "Üstün Adam" adlı bir şiirde ise Alman ırkının erkeksi güzelliği vurgulanırken, Yahudilerin feminen karakterinden bahseden antisemit ifadeler kullanılıyordu. Efeminen homoseksüel hareketin lideri olan Magnus Hirschfield'ın bir Yahudi oluşu da Der Eigene'de sık sık vurgulanıyordu.8

Der Eigene çevresinde örgütlenen maskülen homoseksüeller, kurmakta oldukları ırkçı homoseksüellik için gerekli olan ilhamı da, ırkçılığın bizzat kendisi gibi, antik Pagan kültüründe buldular. Özellikle de, maskülen homoseksüelliğin tarihteki en önemli merkezi olan Eski Yunan, bu faşizan homoseksüeller için ideal bir model haline geldi.

Neo-Paganizm ve HOMOSEKSÜELLİK

Önceki bölümlerde Pagan kültürünün Hıristiyanlık tarafından nasıl etki altına alındığını ve asırlar boyu tarih dışında tutulduğuna değinmiştik.

Hıristiyan ahlakı, Yahudi şeriatının kaynağını oluşturan İlahi hükümlere dayanıyordu. Bu ilahi kurallar, insan hayatını fıtrata uygun bir biçimde düzenliyor ve gayrı-fıtri sapmaları da şiddetli bir biçimde yasaklıyordu. Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık tarafından yasaklanan -ve daha sonra da İslam tarafından yasaklanacak olan- bu sapmaların en önemlilerin biri ise homoseksüellikti. Eski Ahit yasakladığı cinsel sapkınları sayarken "kadınla yatar gibi erkekle yatmayacaksın; menfur şeydir" hükmünü veriyor ve devam ediyordu: "Bu şeylerin hiçbiri ile kendinizi murdar etmeyin, çünkü önünüzden kovmakta olduğum milletler bütün bu şeylerle murdardırlar." (Levililer, 18/22, 24)

Gerçekten de Pagan toplumlar, her türlü cinsel sapıklıkla "murdar"dılar. Bunların arasında en uç noktaya gidenlerin biri ise, eski Yunan'daki şehir devletleriydi. Atina'da, Sparta'da ve diğer Grek şehir devletlerinde homoseksüellik gayet doğal, meşru bir ilişki olarak görülüyor, hatta üstün bir sevgi biçimi olarak yüceltiliyordu. Hem de, tam maskülen homoseksüellerin istediği biçimde, yani "erkek sevgisi" mantığında...

Özellikle Sparta, Thebes ve Crete şehir devletlerindeki askeri bürokrasi, bu "erkek sevgisi"nin en yoğun olarak yaşandığı topluluklardı. Askerler, birbirleriyle cinsel ilişkiye girerek güçlerini artırdıklarına inanırlardı. İÖ 50-120 yıllarında yaşayan tarihçi Chaeronea'lı Plutarch, Thebes kentinin ordusundaki en seçkin askerlerden oluşan 300 kişilik özel savaşçı birliğin gerçekte "150 çift sevgili"den oluştuğunu yazıyordu.9 Sparta'da ise, 12 yaşına gelen güçlü erkek çocuklarının hepsi orduya alınır ve ilk iş olarak da ordudaki tecrübeli askerler tarafından iğfal edilirlerdi. Bu "erkek sevgisi"nin Sparta'nın "ultra-maskülen" kültürünün ve kan dökmeye tutkun ordusunun en büyük güç kaynağı olduğuna inanılıyordu. Crete ordusunda da benzeri bir uygulama vardı; orduya alınan genç çocuklar, "savaşçı ruhu"nu kazanmaları için iki ay boyunca tecrübeli bir askeri denetimine verilir ve bu süre boyunca onunla cinsel ilişkiye girerdi.10

İşte Eski Ahit'e göre "murdar" (pis, iğrenç) olan bu Pagan kültürü, Almanya'da gelişen maskülen homoseksüellik akımına en büyük ilham kaynağı oldu. Bu akımın öncüsü olan Adolf Brand, 1902 yılında, erkek çocuklarına olan cinsel düşkünlükleri ile tanınan Wilhelm Jansen ve Benedict Friedlander ile birlikte, Özgünler Derneği'ni (Gemeinschaft der Eigenen) kurdu. Friedlander, 1904 yılında "Uranien Erotizminin Yeniden Doğuşu" (Renaissance des Eros Uranios) adlı bir kitap yayınladı. Kitabın kapağında yarı çıplak bir Yunan genci resmi yer alıyordu. Friedlander, amaçlarının ne olduğunu da kitabın içinde şöyle açıklıyordu:

Pozitif hedefimiz, Helen şövalyeliğinin yeniden uyandırılması ve toplum tarafından tanınmasıdır... Helen Şövalyeliği sevgisi ile de, erkekler arasındaki yakın sevgiyi, özellikle de farklı yaştaki erkekler arasındaki ilişkileri kastediyoruz.11

Neo-Paganizm, maskülen homoseksüelliğin en önemli kaynağıydı. James Steakley'in The Homosexual Emancipation Movement in Germany adlı kitabında yazdığına göre, Özgünler Derneği, antik Yunan ve Rönesans İtalyası'nı kendisine model olarak alırken, Hıristiyan ahlakını da homoseksüel ilişkiyi yasakladığı için lanetliyordu.12

Nazizm'in homoseksüel boyutunu anlatan The Pink Swastika (Pembe Gamalı Haç) kitabının yazarları Lively ve Abrams'a göre, Özgünler Derneği'nin amacı, Almaya'yı Judeo-Hıristiyan medeniyetinden kopararak bir Greko-Urenien medeniyetine dönüştürmekti.13

Ve bu neo-Pagan homoseksüellik, ırkçılıkla da elele gidiyordu. Özgünler Derneği'nin fikirleri çerçevesinde 1923'te kurulan İnsan Hakları Derneği adlı örgütün lideri Kurt Hildebrandt, Norm, Entartung, Verfall (İdeal, Dejenerasyon, Yıkım) adlı kitabında en üstün ırkın, maskülen homoseksüeller tarafından oluşturulan ırk olduğunu savunmuştu. Buna göre, ırkın devamı için kadınlarla "üreme amaçlı" ilişkiler kurulmalı, ancak "ultra-maskülen" bir ırk elde etmek için gerçek cinsel "sevgi" erkekler arasında yaşanmalıydı. Hildebrandt, feminen homoseksüellere ise, ırkı kadınsılaştıran ve böylece onu dejenere eden parazitler gözüyle bakıyordu.

Hildebrandt'ın ortaya koyduğu bu teorik çerçeve, aslında Nazi partisinin ideolojik çerçevesinden başka bir şey değildi.

NAZİZM'İN "MASKÜLEN HOMOSEKSÜEL" ÖNCÜLERİ

Nazizm, baştan beri anlattığımız "maskülen homoseksüel" akımın ve bu akımla paralel olarak gelişen neo-Paganizmin siyasi arenadaki temsilcisi olarak doğru ve gelişti. Bu gerçek, Scott Lively ve Kevin Abrams tarafından kaleme alınan ve 1995'te yayınlanan The Pink Swastika: Homosexuality in the Nazi Party (Pembe Gamalı Haç: Nazi Partisinde Homoseksüellik) adlı kitapta ortaya konan geniş kapsamlı araştırma ile bugün ispatlanmış bulunuyor.

Nazi Partisi'nin bu gizli kimliği, Almanya'daki aşırı sağ örgütlenmelerin geleneğinden kaynak buluyordu. Konuyla ilgili tarihçilerin çoğunun kabul ettiği gibi, Naziler, kendilerinden önce kurulan Wandervogel ve Freikorps gibi sosyal hareketlerden devşirmişlerdi elemanlarının çoğunu. Wandervogel ("Dolaşan Kuşlar"), yüzyılın başında Almanya'da kurulan ve izciliğe benzeyen bir gençlik örgütüydü. Üye olan gençler, o yılların natüralist akımlarına uygun olarak birlikte "doğa gezileri"ne katılırlardı. Bu hareketin önemli bir özelliği ise, içinde çok yoğun bir homoseksüellik yaşanmasıydı. Gerek harekete üye olan gençler arasında, gerekse da büyük yaşlardaki grup liderleri ile gençler arasında homoseksüel ilişkiler inanılmayacak derecede yaygındı.14

Öte yandan Wandervogel, faşist söylemin de ilk temsilcisiydi. Yoğun bir aşırı milliyetçi propaganda yapılıyordu örgütte. Sağ eli kaldırarak verilen Nazi selamı (Sieg Heil) ve Naziler tarafından kullanılacak olan terminolojinin önemli bir bölümü, ilk önce Wandervogel arasında gelişmişti.15

Faşist söylemi Wandervogel'den devralarak daha da radikal hale getiren sosyal hareket ise, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından kurulan Freikorps (Hür Birlikler) oldu. Freikorps, komünistlere karşı Almanya'yı kurtarma adı altında biraraya gelen askerler tarafından kurulan para-militer bir örgüttü. İşsiz güçsüz sokak serserilerini de saflarına dahi eden bu "Hür Birlikler", son derece saldırgan ve şiddet yanlısıydılar, siyasi rakiplerine karşı da büyük bir terör uyguladılar. Halka karşı da mafyalaşma eğilimi gösterdiler.

Ve aynı Wandervogel gibi önemli bir özellikleri vardı; büyük bölümü homoseksüeldi. Tarihçi Graber'in yazdığına göre, özellikle "Freikorps liderlerinin çoğu homoseksüeldi, bazı gönüllü birliklerde de homoseksüel ilişkiler son derece yaygındı".16

Hitler, Nazi Partisi'nin saflarını oluştururken, Freikorps'tan kalan mirası kullandı.

Sturm Abteilung ya da "Kahverengİ HomoseksÜeller"

En ünlü Freikorps liderlerinden biri Gerhard Rossbach'tı. Ve Rossbach aktif bir homoseksüeldi. Kendi birliklerindeki askerlerle sık sık ilişkiye girerdi. Bunların arasından özellikle de Teğmen Edmund Heines ile çok yakındı. Ancak Heines, bir süre sonra çok daha ünlü birisinin "yakını" oldu: Ernst Roehm.17

Roehm, Nazi partisinin kurulmasında ve gelişmesinde en büyük role sahip olan ilk iki kişiden biriydi; ötekisi ise Adolf Hitler'di. Sert, acımasız, disiplinli bir görüntü çizen ve büyük bir örgütleme yeteneğine sahip olan Roehm, ilk başından beri Nazi hareketinin para-militer örgütlenmesini üstlendi. 1920'lerin başında kurulan Sturm Abteilung (Yıldırım Kıtaları) adıyla kurulan ve SA'lar olarak anılmaya başlanan örgütü kurdu. SA'lar, Naziler'in iktidara yürüyüşündeki en önemli etkendi belki de; tüm siyasi rakipler SA'lar tarafından düzenlenen kanlı saldırılarla pasifize edildiler.

Nazi Almanya'sının tarihi konusunda tartışmasız en önemli uzmanlardan biri olan William Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich (III. Reich'ın Yükseliş ve Çöküşü) adlı ünlü kitabında, Roehm'ü şöyle tanımlar: "fıçı gibi bir bir cüsseye, kalı bir enseye, büyük gözlere ve yara iziyle işaretlenmiş bir yüze sahip olan profesyonel bir askerdi... ve erken Nazi liderlerinin çoğu gibi, o da bir homoseksüeldi." 18

Roehm "gay bar"larda sık sık boy gösterirdi, sadece homoseksüellerin gittiği özel hamamlara da çok rağbet ederdi. SA'ları kurarken de homoseksüelleri seçmek için özel bir özen gösterdi. Harekete katılanların çoğu, homoseksüelliklerine az önce değindiğimiz "Weimar Cumhuriyeti'nin ilk günlerinde solculara karşı çarpışan eski askerlerin oluşturduğu silahlı çapulcu grupları"ndan yani Freikorps saflarından geliyordu.19 Nitekim SA'ların ilk toplantılarını yaptıkları merkez de, Münih'teki ünlü bir "gay bar" olan Bratwurstglock'tu. Nazi Partisi'nin ilk toplantılarının bazıları da yine burada düzenlenmişti.20

SA'lar, Alman faşizmine ilham veren "maskülen homoseksüel"lerin en ideal örneklerini oluşturuyorlardı. Tarihçi Fuchs'a göre, "bu ordu benzeri örgütün en önemli fonksyonu Naziler'in siyasi rakiplerine karşı terör uygulamaktı, ve Hitler, bu işin en iyi homoseksüeller tarafından gerçekleştirildiğine inanıyordu." 21 Hitler gerçekten de onlara çok güveniyordu, Mein Kampf (Kavgam)da, SA'ların "başarılı" bir saldırısını şöyle anlatmıştı:

Hofbrauhaus'un lobisine girdiğimde saat sekize çeyrek vardı. Ve sabotaj hakkında artık hiçbir kararsızlık yaşamıyordum... Salon çok kalabalıktı... kapıları yavaşça kapattım ve sonra da adamlarıma hazır olmaları emrini verdim. Kırkbeş ya da kırkaltı kişiydiler... Saldırı Bölümü'ndendiler, o günden sonra ise SA'lar olarak bilineceklerdi. Ve saldırıya başladılar. Sekiz ya da on kişilik kurt sürüleri gibi, düşmanların üzerine saldırdılar, sonra bir daha, bir daha... Beş dakika içinde her yer kanla dolmuştu. Bunlar gerçek birer erkekti ve onlara minnettardım.22

SA'lar saldırı kadar işkencede de uzmandılar. Berlin'deki SA karargahı Hedemannstrasse'nın dördüncü katında gizli bir SA işkence odası bulunuyordu. Bir süre sonra burası polis tarafından keşfedilmiş ve içerdekiler kurtarılmışlardı. İçeriye girenlerin biri, ortamı şöyle anlatıyordu:

Bulduğumuzda kurbanlar açlıktan yarı ölmüş durumdaydılar. İtiraf ettirmek için günlerce dar dolaplarda tutuluyorlardı, "sorguya çekme, ya dövmekten ya da demir sopalarla ve kırbaçlarla aşağılanmaktan ibaretti" dedi bize. Bu yaşayan iskeletlerin bazıları pis kamışlar üzerinde iltihaplı yaralarıyla yan yana yatıyorlardı.23

Homoseksüel yazar Rowse, SA'ları şöyle anlatır: "Onlarınki, homoseksüelliğin çok maskülen bir şekliydi. Erkek bir dünyada yaşıyorlardı, kadın yoktu hiç. Tüm dünyaları kamplardan, çatışmalardan ve güç gösterilerinden ibaretti. Ve birbirleri ile rahatlıyorlardı." 24

SA'lar, giydikleri kahverengi üniformalar nedeniyle "Kahverengi Gömlekliler" olarak da anılıyorlardı. Ancak aralarındaki ilişkiler ortaya çıktıkça, siyasi rakipleri onları "Kahverengi Homoseksüller" olarak tanımlamaya başladılar25 Sosyal Demokrat ya da Komünist gazeteler, SA'ların ve özellikle de liderleri Ernst Roehm'ün homoseksüelliğini aleyhte propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladılar. Bunun üzerine Hitler, Roehm'ün bir süre ortalıktan yok olmasına karar verdi; SA lideri 1925'te Bolivya'ya gitti ve "ortalık sakinleşinceye kadar" üç yıl orada kaldı.

SA lideri Roehm, homoseksüelliğe felsefi bir temel kazandırmaya da çalışıyordu. Tarihci Snyder'e göre, "homoseksüelliğin en erdemli insan davranışı olarak kabul edileceği bir sosyal düzen tasarlıyordu... bu nedenle homoseksüelliğini zaman zaman açık açık belirtmekten çekinmez, (SA'daki) diğer homoseksüel dostlarına da aynı şeyi yapmalarını tavsiye ederdi." 26

Peki acaba kendisine en büyük dava arkadaşı olarak Roehm gibi açık bir homoseksüeli seçen ve SA gibi en önemli örgütlenmesini de homoseksüellerle dolduran Hitler'in pozisyonu neydi?

ADOLF HİTLER'İN İLHAM KAYNAKLARI VE CİNSEL EĞİLİMLERİ

Hitler'in öncelikle ideolojik ilhamları tümüyle homoseksüellere dayanıyordu. Nazi liderinin büyük hayranlık duyduğu ve kendisiyle özdeşleştirdiği isimlerin başında, "Prusya militarizminin kurucusu" olan Büyük Frederick (1712-1786) gelirdi. Prusya devletini kurduğu güçlü ve demir disiplinli ordu sistemi ile güçlendiren ve işgal ettiği topraklarla bir imparatorluğa dönüştüren Frederick, "maskülen homoseksüellik" akımının da en önemli temsilcilerinden biriydi. Ünlü bir homoseksüel olan Frederick27, öte yandan kadınlara karşı büyük bir nefret duyuyordu. Alman tarihçi Igra'ya göre:

Frederick kadınların tümünden nefret ederdi. "Die frau" kelimesi onun gözünde her zaman için basit ve aşağılayıcı bir sıfattı... Bir kraliçeye sahip olması gerektiği için bir evlilik yapmıştı, ama hiçbir zaman gerçek bir koca hayatı yaşamamıştı. Öte yandan ordusundaki askerleri de hep bekar kalmaya zorlamıştı. Orduda eski Alman (Töton) şövalyelerine ve Tapınak (Tampliye) şövalyelerine has olan cinsel bozulmaların yayılmasına da destek olmuştu.28

Frederick'in savaşı bir siyaset aracı olarak değil de, kendi içinde kutsal bir varlığa ve amaca sahip bir kavram olarak görüyordu. Savaş, başlı başına kutsal bir şeydi ona göre.

Bu fikirlerin Frederick'ten de ünlü bir savunucusu yaşıyordu yine 19. yüzyılda; Friedrich Nietzsche. Şiddeti ve ırkçılığı meşrulaştıran teorileriyle ün kazanan Nietzsche, aynı Frederick gibi militarist bir "erkek uygarlığı" istiyor ve kadınlardan nefret ediyordu. Kadınları "köle ahlakı"nın en iyi temsilcileri olarak algılıyordu; onlar ancak üreme işine yarayabilecek bir tür alt-insan sınıfıydılar.29

Nietzsche hiçbir zaman evlenmemişti ve dahası bir kadınla cinsel ilişkiye girdiğine dair hiçbir kayıt yoktu. Ancak cinsel ilişki sonucunda bulaşan bir virüs nedeniyle 44 yaşında aklını yitirerek ölmüştü. Sigmund Freud'a ve Carl Jung'a göre, bu virüsü İtalya Cenova'daki bir homoseksüel randevuevinde kapmıştı.30

Savaşı yücelten, kadın karakterini aşağılayan ve ırkçılığı körükleyen Nietzsche, "maskülen homoseksüelliğin" en büyük ideoloğu olarak tarihe geçti. Onu bir yol gösterici edinen insanların başında da Hitler geliyordu. İktidara geldiğinde, Alman gençliğinin Nietzsche'nin doktrinleri ile eğitilmesini sağlamak için Friedrich Nietzsche zum Gedachiniserbaut (Friedrich Nietzsche'yi Anma Merkezi)ni açtı.

Nietzsche'nin yakın bir dostu ve yine Hitler'in çok büyük ilham kaynaklarından biri olan besteci Richard Wagner de bir homoseksüeldi. 1903 yılında Hans Fuchs'un yazdığı Richard Wagner und die Homosexua1itat (Richard Wagner ve Homoseksüellik) adlı kitapta anlatıldığına göre, Wagner sanatı homoseksüel özgürlüğün bir aracı olarak görüyordu.31

Tüm bunlar, Hitler'in homoseksüelliğe karşı en azından son derece sempatik yaklaştığını göstermektedir. Homoseksüel kişilere rahatça hayranlık besleyebilmesinin ve kurduğu hareketi homoseksüellerle doldurmakta sakınca görmemesinin anlamı budur.

Peki acaba Hitler'in kendisi de bir homoseksüel miydi?

Bu konuya kesin bir evet cevabı vermek zor. Ancak bu yönde ciddi bazı işaretlerin var olduğunu da belirtmek gerek. Ancak bir daha da önemli bir nokta daha var: Hitler, homoseksüellikten daha da öte bazı cinsel sapmalara sahipti.

Hitler'in psikolojik dünyası ile ilgili araştırma yapan iki ünlü isme, Waite ve Langer'a göre, Hitler'de çok az insanda rastlanan bir cinsel sapma vardı; koprofillik, yani insan dışkısından tahrik olma. Her iki araştırmacıya göre de, Hitler bu sapıklığını hayatı boyunca dört sevgilisiyle de paylaşmak istemişti. Ve belki bu nedenle bu dört kadının hepsi de Hitler'le olan beraberliklerinin ardından intihar girişiminde bulundular, ikisi başardı.32

Aslında Hitler'in bir homoseksüel olabileceğini, ya da en azından yaşamının bir döneminde homoseksüel ilişkilere girdiğini gösteren kanıtlara rastlamak da mümkündü. Lagner'in yazdığına göre, gençlik yıllarında eşcinsel ilişkiler için kendilerini kiralayan insanların kaldığı bir otelde kalıyor ve belki de bu nedenle polis kayıtlarına, bir "cinsel sapık" olarak geçiyordu.33

Hiçbir zaman normal (heteroseksüel) insanların yanında rahat edememiş, rahatlığı her zaman homoseksüellerin yanında bulmuştu. Langer, Hitler'in "çıplak erkek bedenlerini seyretmekten büyük bir haz aldığını" belirtiyor.34 Ve şöyle ekliyor:

Hitler'in normal kişilerden çok, eşcinsellerin yanında rahat ettiği doğrudur. Strasser'ın belirttiğine göre, kişisel koruyucularının hepsi eşcinseldir. Rauschning, Hitler'in eşcinsel eşi olduklarını söyleyen iki oğlana rastladığını belirtmiştir. Hitler'in, eşcinsellerin, arkadaşları için kullandıkları "Bubi" adını kullandığı büyük bir olasılıkla doğrudur.35

Kısacası, faşizmin "spritüel" enerjisini oluşturan neo-Paganizmin önemli bir parçası olan cinsel sapmaların, Hitler'de de var olduğunu söylemek mümkündür. SA'ların homoseksüel kimliği, Führer'leri ile uygun düşmektedir. Kaldı ki Hitler'in diğer kurmaylarına bakıldığında, Nazi Partisi'nin adeta bir "eşcinseller klanı" olduğu ortaya çıkmaktadır:

NAZİ ELİTİNİN SAPKIN CİNSEL EĞİLİMLERİ

Amerikalı tarihçi Richard Grunberger, The 12 Year Reich: A Social History of Nazi Germany adlı kitabında 1936 yılında Nazi partisinin önde gelenlerinin çoğunun katıldığı bir kutlama törenini anlatır. Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in konuşmasıyla başlayan partinin özelliği ise, sonunda bir "orji"ye dönüşmesidir. Grunberg şöyle yazar:

Goebbels'in konuşma yaptığı alana bir süre sonra ellerinde meşaleler taşıyan genç oğlanlar girdiler. Dizlere kadar uzanan beyaz dar pantalonlar, kollarında danteller bulunan beyaz saten gömlekler giymişler, kafalarına da rokoko tarzı lüleli peruklar takmışlardı... Bir süre sonra Nazi kodamanları bu görüntüden o denli etkilendiler ki, törenin gidişatına hiç aldırış etmeden peruklu oğlanların üzerlerine atladılar. Çoğu tuttukları oğlanlarla birlikte otların arasına daldı. Masalar devrildi, meşaleler söndü. Kargaşada bir Nazi subayı kendisine seçtiği oğlanla birlikte suya düştü ve boğulmaktan zar zor kurtarıldı.36

Muhtemelen Goebbels'in de katıldığı ve homoseksüel seks partisine dönen bu tören, Nazi kurmaylarının cinsel yaşamlarının doğal bir parçasıydı aslında. Önde gelen Nazilerin neredeyse tümü, ya açıkça homoseksüeldiler ya da homoseksüel olduklarına dair önemli mesajlar veriyorlardı.

Örneğin hareketin ilk yıllarından itibaren çoğu kez Hitler'den sonra ikinci adam olarak görülen Hava Kuvvetleri Komutanı Herman Goering, "tırnaklarını boyamayı ve yanaklarına allık sürmeyi çok seviyordu".37

1941 yılında İngiltere'ye yaptığı "barış uçuşu"na dek Nazi elitinin en önemli beş-altı isminden biri olan Rudolf Hess ise ünlü bir homoseksüeldi; Berlin'in homoseksüel barlarında "Matmazel Anna" (Fraulein Anna) olarak anılırdı.38

Ayrıca; Hitler Jugend (Hitler Gençliği) örgütünün lideri olan Baldur von Schirach açık bir biseksüeldi. Hitler'in yaveri Wilhelm Bruckner'in de biseksüel olduğu söyleniyordu. Reich'ın Maliye Bakanı Walther Funk ise "adı çıkmış bir homoseksüel ya da Hjalmar Schacht'ın ifadesine göre "bir homoseksüel ve alkolik"ti.39 Hitler'in Kara Kuvvetleri Komutanı Freiherr Werner von Fritsch homoseksüel ilişki sırasında yakalanmış ve Askeri Mahkemede yargılanmış, ancak "üstten" gelen bir emirle suçsuz bulunmuştu.40

Tüm bu isimlerin hepsinden daha önemli bir konuma sahip olan, Hitler'den sonra Almanya'nın ikinci en güçlü adamı sayılan SS Şefi "Reichsführer" Heinrich Himmler de -Naziler arasındaki en heteroseksüel kişi olarak bilinmesine rağmen- sapkın cinsel eğilimlere sahipti. Hitler'in özel film yapımcısı olan Walter Frenz, Nazi elitiyle birlikte Doğu cephesine yaptığı bir gezide, "Himmler'in erkek çocuklara olan cinsel ilgisine dair çok belirgin kareler" yakalamıştı.41

Himmler'in sağ kolu sayılan ve Ari ırkın en saf ve eksiksiz temsilcisi olarak görülen Gestapo şefi Reinhard Heydrich de aynı sapkınlığı paylaşıyordu. Heydrich, manevi babası saydığı Count Ernst von Eberstein'ın oğlu Freidrich Karl von Eberstein'la çok yakın dosttu. Ancak Karl von Eberstein ünlü bir homoseksüeldi. Ve Eberstein ile Heydrich arasındaki ilişki, sıradan bir dostluk değil, bir "aşk ilişkisi"ydi.42

Nasyonal sosyalizmin şiddete olan içgüdüsel bağlılığı, Nazilerin cinsel yaşamlarındaki patolojik bozukluklarla parallellik arzetmektedir.

Ancak resmi tarihin Naziler hakkında anlattıkları bundan farklı bir tablo çizer. Naziler, bir homoseksüel güruhu olarak değil de, aksine koyu homoseksüel düşmanları olarak bilinirler. Çünkü bu kimliklerini gizlemek için geniş kapsamlı bir propagada programı uygulamışlardır.

"HOMOSEKSÜEL SOYKIRIMI" EFSANESİNİN İÇYÜZÜ

Naziler'in homoseksüelliği ile ilgili olarak önceki sayfalarda değindiğimiz bilgilerin yalnızca çok küçük bir kısmı resmi tarihte yer alırlar; Ernst Roehm ve SA ile ilgili olanlardır. Bunun nedeni, Nazilerin kendi homoseksüelliklerini gizlemek için çok yoğun bir anti-homoseksüel söylem kullanmaları, bir siyasi hesaplaşma olan "Roehm'ün tasviyesi" olayını ise anti-homoseksüel bir zemine oturtarak propaganda malzemesi haline getirmeleridir.

Roehm, SA'ların başına geçtiği günden itibaren giderek artan bir gücün sahibi olmuştu. Ancak parti içindeki önemli bir grup -ki bunların başında Himmler, Goering ve Heydrich geliyordu- Roehm'ün başına buyruk tavırlarından ve gücünden rahatsızdılar. Bunların Hitler üzerinde yaptıkları "lobi" etkili oldu. Hitler, Roehm'ün ve ordudaki bir grup subayın kendisine karşı bir komplo düzenlemekte olduklarına inandı. Sonuçta, Haziran 1934'deki bir hafta sonu, sonradan "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak anılacak olan büyük tasviye gerçekleştirildi. Bir kaç gün içinde başta Roehm ve diğer bazı SA liderleri olmak üzere yaklaşık 1.000 kişi öldürüldü.

Hitler, bu tasviyeyi "Nazi partisine sızan homoseksüel sapıkların tasviyesi" olarak yorumlayacaktı bir süre sonra. Çünkü SA'lar, homoseksüellikleri en "ayyuka çıkmış" kesimiydi Nazi örgütlenmesinin. Bu durum, onların tasviyesine meşru bir kılıf bulabilmek için son derece elverişliydi. Ancak bu kanlı tasviyenin homoseksüellikle ilgisi yoktu; olay tamamen politikti.43 Dahası, tasviyede homoseksüeller öldürülmüştü; ama onları öldürenlerin çoğu da yine homoseksüellerdi. Öte yandan, homoseksüel oldukları bilinen ama Hitler'e karşı komplonun içinde olmadıkları düşünülen pek çok SA lideri de tasviyeden kurtulmuştu.44

Ancak ortada yine de önemli bir nokta vardır: Roehm tasviyesinin amacı politik de olsa, sonuçta Naziler anti-homoseksüel bir söyleme sahiptiler. Nitekim bir süre sonra bu söylemi eyleme dökecekler ve homoseksüelleri toplama kamplarına göndermeye başlayacaklardı.

Nazilerin kendi homoseksüellekleri ile çelişkili gözüken bu durumun açıklaması, The Pink Swastika'da gayet tutarlı bir biçimde yapılır. Önceki sayfalarda Almanya'daki homoseksüel hareketin gelişiminden söz ederken "efemine" homoseksüellerle "maskülen" homoseksüeller ("Femmes" ve "Butches") arasındaki keskin ayrımı vurgulamıştık. Nazilerin anti-homoseksüel söylem ve eylemleri, işte bu ayrımın bir sonucuydu gerçekte.

Maskülen homoseksüellik, kendi cinsel sapıklığını "erkeksi bir ırkın kurulması"nın temel dayanağı olarak görür ve yüceltirken, efemine homoseksüelliğe de ırkı "kadınsılaştırdığı" için son derece karşıydı. Naziler bu mantığı daha da radikalleştirdiler ve efemine homoseksüellerin toplumdan tecrit edilmesi -yani toplama kamplarına konması- gerektiğini savunmaya başladılar.

İktidara geldiklerinde ise eyleme geçmekte gecikmediler. Önceki sayfalarda değindiğimiz Seks Araştırma Enstitüsü ilk büyük hedefti. Efemine homoseksüelliğin Almanya'daki en önemli temsilcisi olan Magnus Hirschfeld tarafından kurulan ve tüm efemineler ("Femmes") tarafından merkez olarak kabul edilen enstitü, 6 Mayıs 1943 günü ani bir saldırıya uğradı ve yerle bir edildi. Bu hareket, Naziler tarafından "homoseksüellik virüsüne indirilen büyük darbe" olarak gösterilmişti halka. Oysa kast edilen virüs yalnızca efemine homoseksüellikti. Ancak bir taşla pek çok kuş vurulmuştu; Naziler hem bu istenmeyen tür homoseksüellere darbe indirmiş, hem de toplum gözünde homoseksüelliğe izin vermeyen "ahlaklı" insanlar görüntüsü elde etmişlerdi. (Bu görüntü bir yıl sonra gerçekleştirilecek olan Roehm tasviyesi ile pekiştirilecekti). Bunların yanında bir "kuş" daha vardı enstitü baskını ile vurulan: Naziler, kendi homoseksüellikleri ile ilgili bilgileri de ortadan kaldırmış oluyorlardı. Enstitünün Başkan Yardımcısı Ludwig L. Lenz, olayın bu yönünü daha sonra şöyle anlatıyor:

Enstitüde toplumun farklı kesimlerinden gelen insanların cinsel eğilimleri ile ilgili terapiler uygulanıyordu. Bunların arasında Nazi partisi üyelerinin sayısı ise oldukça kabarıktı. İşte enstitümüzün yeni rejim tarafından kurban olarak seçilmesinin en büyük nedeni buydu: Çok şey biliyorduk. Elimizdeki bilgileri açıklamamız tibbi prensiplere uygun olmazdı kuşkusuz, ama şunu söyleyebilirim.. 1933'te Almanya'nın kaderini ellerine alan insanların % 10'u bile cinsel yönden normal (heteroseksüel) değildiler. Bu insanların çoğu hakkında enstitümüzde kalın dosyalar vardı. Onlarla ilişkiye girdikten sonra fizyolojik ya da psikolojik sorunlar yaşayan ve terapiye gelen adamların anlattıkları hikayelerin kayıtları vardı... Hatırladıklarım arasında, Breslu'daki bir Nazi partisi lideri ile cinsel ilişkiye girdikten sonra anal kaslarında ciddi bir yırtılma yaşayan 13 yaşındaki bir erkek çocuğu ya da Berlin'deki çok üst düzey bir Naziyle girdiği ilişki yüzünden benzeri anal bölgesinde ilthaplanma (rectal gonorrhea) yaşayan genç bir erkeği sayabilirim... Nazi liderlerini ilgilendiren bu ve benzeri olaylar hakkında elimizde biriken materyal -toplam olarak kırk bin itiraf ya da biyografik mektup vardı elimizde- enstitünün Naziler tarafından yok edilmesinin en büyük nedeniydi.45

Amerikalı tarihçiler Burleigh ve Wipperman'ın The Racial State: Germany 1933-1945 adlı kitaplarında yazdıklarına göre, enstitüyü basan Nazilerin ellerinde, özellikle arayıp bulmaları gereken materyalleri gösteren "listeler" vardı ve araştıra sonucunda iki kamyon dolusu kitap ve evrak götürmüşlerdi.46 Enstitüden çıkarılan -ve içlerinde Nazi liderlerinin homoseksüelliği ile ilgili pek çok dosyanın yer aldığı- bu belgeler, 10 Mayıs 1933 günü Nazilerin ünlü kitap yakma törenlerinin birinde topluca imha edildiler.

Bu olayın ve onu izleyen Roehm tasviyesinin ardından efemine homoseksüellere uygulanan baskı daha da şiddetlendi. İlk toplama kampı olan Dachau'ya götürülenler arasında, komünistlerin yanında bu istenmeyen tür homoseksüeller de vardı. Savaş yıllarında kurulacak olan Auschwitz, Treblinka, Sobibor, Majdanek gibi büyük toplama kamplarına da, Yahudiler, Çingeneler, Ruslar, komünistler, savaş esirleri gibi grupların yanında, kollarına pembe bantlar bağlanan efemine homoseksüeller vardı. Bu "homoseksüel soykırımı", hem Nazilerin kendi homoseksüelliklerinin gizlenmesi hem de Arı ırkın "maskülen" kimliğini bozdukları için gerçekten istenmeyen bu efeminelerin tasviye edilmesi açısından son derece yararlı bir taktik manevraydı.

1 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 130.

2 Ibid., s. 85.

3 Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 1474.

4 Ibid.

5 Maria Macciocchi, Faşizmin Analizi, s. 117.

6 Ibid.

7 Louis Roya, Histoire de Mussolini, 1926.

8 George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modern Europe, s. 42.

9 Eva Cantarella, Bisexuality in the Ancient World, s. 72.

10 Ibid., s. 7.

11 Benedict Friedlander, “Memoirs for the Friends and Contributors of the Scientific Humanitarian Committee in the Name of the Succession of the Scientific Humamtarian Committee”, Journal of Homosexuality, January-February 1991, s. 259.

12 James D. Steakley, The Homosexual Emancination Movement in Germany, s. 43.

13 Scott Lively, Kevin Abrams. The Pink Swastika, s. 22.

14 Ibid., ss. 27-31

15 Ibid., s. 28

16 G. S. Graber, The History of the SS: A Chilling Look at the Most Terrifying Arm of the Nazi War Machine, s. 33.

17 Ibid.

18 William Shirer, The Rise and Fall of the Third Reich, s. 64.

19 Ana Britannica, Cilt 18, s. 564.

20 Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 69.

21 Thomas Fuchs, The Hitler Fact Book, s. 48.

22 Adolf Hitler, Mein Kampf, s. 504.

23 Encyclopædia Judaica, Cilt 4, s. 714.

24 A. L. Rowse, Homosexuals in History: Ambivalence in Society, Literature and the Arts, s. 214.

25 Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 56.

26 Louis L. Snyder, Encyclopedia of the Third Reich, s. 55.

27 Robert G. L. Waite, The Psychopathic God Adolf Hitler, s. 112.

28 Samuel Igra, Germany’s National Vice, s. 18.

29 Rosemary Agonito, History of Ideas on Women: A Source Book, s. 265.

30 Ben Macintyre, Forgotten Fatherland: The Search for Elisabeth Nietzsche, s. 91.

31 Harry Oosterhuis, Hubert Kennedy, Homosexuality and Male Bonding in Pre-Nazi Gemany: The Youth Movement, the Gay Movement and Male Bonding Before Hitler’s Rise: Original Transcripts from der Eigene, the First Gay Journal in the World, s. 86.

32 Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler, s. 175.

33 Walter C. Langer, Hitler Melek Mi, Şeytan Mı?, s. 172.

34 Walter C. Langer, The Mind of Adolf Hitler, s. 179.

35 Walter C. Langer, Hitler Melek Mi, Şeytan Mı?, s. 164.

36 Richard Grunberger, The 12-Year Reich: A Social History of Nazi Germany 1933-1945, s. 70.

37 Thomas Fuchs, The Hitler Fact Book, s. 160.

38 Robert G. L. Waite, The Psychopathic God Adolf Hitler, s. 283.

39 Frank Rector, The Nazi Extermination of Homosexual, s. 57.

40 William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu, Cilt 1, ss. 497-554.

41 Washington City Paper, 4 Nisan 1995.

42 Edouard Calic, Reinhard Heydrich: The Chilling Story of the Man Who Masterminded the Nazi Death Camp’s, s. 64.

43 Louis Crompton, “Gay Genocide: from Leviticus to Hitler”, The Gay Academic, s. 79.

44 Samuel Igra, Germany’s National Vice, s. 82.

45 Irwin J. Haeberle, “Swastika, Pink Triangle, and Yellow Star: The Destruction of Sexology and the Persecution of Homosexuals in Nazi Germany”, Hidden From History: Reclaiming the Gay and Lesbian Past, s. 369.

46 Michael Burleigh, Wipperman Burleigh, Wolfgang. The Racial State: Germany 1933-1945, s. 189.