9.11.07

Faşizmin Diğer Örnekleri

Şimdiye dek incelediğimiz bilgiler, bizlere Nazizmin homoseksüel kimliğini ve bu kimliğe kaynaklık eden neo-Pagan ideolojisini açık bir biçimde gösterdi. Ancak vurgulanması gereken önemli bir nokta vardır: Neo-Paganizm ve maskülen homoseksüellik, faşizmin yalnızca Nasyonal Sosyalist versiyonunun değil, diğer çok ülkede ve pek çok kültürde ortaya çıkan hemen hemen tüm versiyonlarının ortak özelliği konumundadır. Nazizmin iktidara yürüdüğü yıllarda, bazı solcu gazeteler "homoseksüelliğin tüm faşist ideolojinin temel ve karakteristik bir özelliği" olduğu yorumunu yapmışlardır ki, bunda haklıdırlar.47

Pink Swastika'da faşizmin Almanya dışındaki bazı önemli örneklerine değinilir ve bunların liderliğinde yoğun biçimde homoseksüellerin var olduğuna dikkat çekilir. Örneğin II. Dünya Savaşı öncesi Fransa'sında gelişen Nazi sempatizanı faşizan Radikal Sosyalist Parti'nin lideri Edouard Pfeiffer ünlü bir homoseksüeldir. Tarihçi Costello, "Pfeiffer'ın Paris'te eşine az rastlanır derece azgın bir homoseksüel olduğunu ve özel hayatının oğlan çocuklarını ya da genç erkekleri baştan çıkarmaktan ibaret olduğunu" yazar.48

İngiltere'de kurulan Nazi yanlısı Anglo-German Fellowship'in (AGF, Alman İngiliz Dostluk Derneği) en önemli iki lideri, yani Guy Francis de Money Burgess and Captain John Robert da birer homoseksüeldirler.49

Bu tür ortak özellikler, 1930'lı yıllarda homoseksüelliğin Sovyetler Birliği'nde "faşist sapıklık" olarak tanımlanmasına yol açar. Maxim Gorky dönemin bakış açısını şöyle özetler: "Bugünlerde son derece yaygın bir slogan var; homoseksüelliğin kökünü kazırsan faşizmi de yok edersin".50

Faşizmin ABD'deki gelişimi de yine homoseksüellerin tekelinde olmuştur. Almanya'daki maskülen homoseksüellerin kurduğu İnsan Hakları Derneği'nin Amerikan versiyonu, yine aynı adla (Society for Human Rights) 10 Aralık 1924'te Chicago'da kurulur. Başında da Alman asıllı bir Amerikalı olan Henry Gerber vardır. Friendship and Freedom (Dostluk ve Özgürlük) adlı homoseksüellik yanlısı bir dergi çıkarırlar. Ancak bir yıl sonra ortaya çıkan bir skandal derneğin kapatılmasına yol açar. Çünkü Başkan Gerber, Başkan Yardımcısı President Al Menninger ve bir kaç yönetim kurulu üyesi ile birlikte bir erkek çocuğunu iğfal etmek suçundan tutuklanırlar. İhbarı yapan kişi, Menninger'in karısıdır. The Chicago Examiner olayı "Strange Sex Cult Exposed" (Garip Sex Tarikatı Ortaya Çıkarıldı) başlığı ile haber dizisi yapar. Ancak verilen rüşvetler ve çevirilen benzeri dolaplarla Gerber ve adamları davanın düşmesini sağlarlar. Gerber, "Engizisyoncu zihniyet" tarafından hedef alındıklarını ancak adaletin yerini bulduğunu söyler.51

İlerleyen yıllarda Gerber, Hıristiyanlığı insan özgürlüğünün karşısındaki en büyük engel olarak tanımlar ve neo-Pagan görüşler seslendirmeye başlar. Öte yandan Nasyonal Sosyalizme büyük bir sempati beslemektedir, özellikle de Roehm'e ve adamlarına övgüler yağdırır.

Pink Swastika, Gerber'in başlattığı homo-faşist hareketin ABD'deki gelişimini inceler ve Amerika'daki radikal sağ hareketlerdeki homoseksüellik arasındaki ilginç ilişkileri ortaya koyar.52 Ortaya çıkan sonuç aynıdır: ABD'deki faşist gruplarda da homoseksüellik karakteristik bir özellik durumundadır.

NEO-PAGANİZMİN VE HOMOSEKSÜELLİĞİN KAÇINILAMAZ BİRLİKTELİĞİ

Faşizm-homoseksüellik ilişkisine bakarak bazı temel sonuçlara varmak mümkündür.

Öncelikle faşizmin homoseksüellikle olan ilişkisinin temelinde yatan asıl faktörün neo-Paganizm olduğuna değinmek gerekir. Çünkü faşizmin yücelttiği kavramlar, iki büyük ilahi din yani Hıristiyanlık ve İslam tarafından yasaklanan ya da önemsizleştirilen kavramlardır. Bunların başında ırkçılık gelir. Başta da belirttiğimiz gibi, insanın ait olduğu ırka ya da kabileye şiddetli bir bağlılık duyması, Pagan toplumlarda son derece yaygın ve meşru olduğu halde, fakat Hıristiyanlık ve İslam tarafından bir tür sapkınlık olarak görülmüştür. Hele bir ırkın ya da bir kabilenin bir diğerine üstün olduğu yönündeki iddialar, Pagan dünyasında çok olağan oldukları halde, ilahi dinlere göre birer safsatadırlar. Çünkü ilahi dinlerde insanları değerlendirirken kullanılan tek kıstas, onun soyu ya da diğer maddesel özellikleri değil, sadece inancı ve ahlakıdır.

Faşizmin bir diğer temel özelliği olan şiddet ve savaş da yine Pagan değerlerdir. İlahi dinlerde hedef şiddetten ve savaştan arındırılmış bir toplum ve dünya kurmaktır. Savaş, bu hedefe doğru ilerlerken gerektiğinde son çare olarak başvurulacak bir yöntem olabilir ancak. Oysa Pagan toplumlarında savaş başlı başına bir değerdir. Bir kabilenin, ırkın ya da halkın, şerefini ve gücü yaptığı savaşlardan ve ürettiği ölülerden aldığına inanılır.

Bu inancın en sembolik ifadesi, kanın kutsallaştırılmasıdır. Kan dökülmesi, ister düşmanın kanı isterse o halkın kendi evlatlarının kanı olsun, kutsal bir eylem olarak görülür. Bu nedenle, bir toprağın "kanla sulanması"nın onu başlı başına kutsal bir değer haline getirdiği düşünülür. (Kanın kutsallığına olan bu Pagan inanç, yine en belirgin olarak Naziler'de görülür. Hitler'in 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi sırasında yaralanan Nazilerin kanlarıyla ıslanmış olan bir parti bayrağı, adeta bir puta dönüştürülmüştür. "Kan Bayrağı" (Blutfahne) adı verilen bu bayrak olduğu gibi muhafaza edilmiş, ve her Nazi töreninde en kutsal sembol olmuştur. Hatta Nazi partisinin onbinlerce yeni bayrağı Blutfahne'ye sürülmüş ve ondaki "kutsal" gücün böylece bu yeni bayraklara da geçtiği düşünülmüştür.53

Kuşkusuz tüm bu Pagan değerlere inanan, ırkçılığa, şiddete, kan dökmeye karşı psikolojik bir eğilime sahip olan, acı çekmekten ve acı çektirmekten tatmin olan bir insan, ilahi dinlerin ortaya koyduğu ahlaki değerleri benimseyemez. Aradığı "barbar Conan" tiplemelerini, ilahi dinlerin örnek olarak gösterdiği insanların, yani peygamberlerin arasında bulamaz. İlahi dinlerin temelinde yer alan merhamet, huzur, sükun, teslimiyet gibi ahlaki değerler onda hiçbir karşılık bulamaz, aksine onu sıkarlar. Bu durumda, aradığı kahramanları Pagan kültüründe bulması son derece doğaldır.

Homoseksüellik ise işte bu yüzden faşizmin doğal bir parçasıdır. Çünkü Pagan toplumlarının neredeyse tümünde yaygın olan ve onay gören bir sapmadır bu; Paganizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Homoseksüelliğin teorik savunucularından Judy Grahn şöyle yazar:

Şamanizmin pek çok yönü homoseksüel bir içeriğe sahipti, kendilerine tapınılan tanrılar ve ruhların büyük bölümü homoseksüellikle ilişkiliydiler. Tahiti'de homoseksüel tapınma için özel tanrılar vardı. Japonya'daki eski Şinto tapınaklarındaki çizimlerde, aynı eski Romalıların Baccanalia'larında olduğu gibi toplu homoseksüel seks ayinleri resmediliyordu. Antik Çin'in Büyük Ana Tanrıçası Kwan-Yin'e, homoseksüel ilişkiyi de içeren farklı seks ritüelleri ile tapınılırdı. İspanyol kaşifler Orta Amerika'ya ve Yukatan'a geldiklerinde, birbirleri ile homoseksüel ilişkiye giren yaygın bir Pagan rahip tarikatına rastlamışlardı. Taşlara kazanmış kabartmalarda ise homoseksüel ilişki kutsal bir ayin olarak gösteriliyordu. Eski Babil'deki ve Sümer'deki tapınaklarda da homoseksüel rahip tarikatları yer alırdı.54

Hıristiyan yazar George Grant ise Pagan toplumlarındaki cinsel sapmayı şöyle anlatır:

Roma'nın yanısıra, eski Mısır, Pers, Kartaca, Babil ve Asur devletlerinin hemen hepsinde pederastik (olgun erkekler ile erkek çocuklar arasında cinsel ilişki) gelenekleri vardı. Bunun yanında, eski Moğol, Tatar, Hun, Töton, Kelt, İnka, Aztek, Maya, Ming, Kenan ve Zulu imparatorluk ya da devletlerinin hepsinde, gayr-ı ahlakilik, yozlaşma ve cinsel sapkınlıklar kutsanıyordu.55

Şiddet, kan ve ırk ya da kabile bilinci adına Pagan kültürüne geri dönenler, doğal olarak bu "gayr-ı ahlakiliğe, yozlaşmaya ve cinsel sapkınlıklar"a da dönmüş oluyorlardı. Bu nedenle faşizm, hem "homoseksüelleştirici" hem de homoseksüelleri cezbedici bir özellik kazandı. Bir ırkın üstünlüğü savunanlar, ırklar arasında mücadeleyi yüceltenler, kendilerini maskülen homoseksüelliğin psikolojik atmosferine sokmuş oluyorlardı. Hatta, bir yoruma göre, bu durum sırf ırkların değil, ulusların mücadelesini savunanlar için de geçerliydi. Tarihçi Warren Johansson, şöyle yazıyordu: "Disiplin, yoldaşlık ve bireyin ırk adına kendisini feda etme isteği, tüm bunlar erkeksi toplumun homoerotik altyapısı tarafından belirlenen kavramlardır." 56 Nazi ideolojisinin "maskülen toplum" kuramına önemli katkı sağlayan Alman psikiyatrist Professor Hans Blueher daha da ileri giderek "erkek homoseksüelliğinin her tür ırksal devlet formunun temelinde yatan önemli bir faktör olduğunu" öne sürüyordu.57

FAŞİZMİN BARBAR VE İLKEL KARAKTERİ

Şimdiye dek faşizmin neo-pagan kimliğine yoğun biçimde atıfta bulunduk ve bu kimliğin yarattığı faşist karakterinin şiddet, kan dökücülük, ırkçılık ya da cinsel sapıklık gibi bazı unsurlarına değindik. Ancak bu konuyu bitirmeden önce neo-Paganizm tarafından belirlenen faşist karakterinin daha derinlemesine bir tarifini yapmakta yarar var.

Faşist karakterinin en belirgin vasıflarından biri, "Pagan" teriminin de ifade ettiği cahillik ve zihinsel azgelişmişliktir. Pagan terimi, aslında ilk olarak Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı dönemlerde köylüler ya da göçebeler için kullanılmıştır; çünkü Hıristiyanlık şehirlerde yayılmış, şehrin kültürel derinliğinden uzak kalan köylüler ve göçebeler ise uzun süre eski çok Tanrılı dinlerini muhafaza etmişlerdir. Bu nedenle, Pagan terimi, çok Tanrılılığı ifade ettiği gibi, aynı zamanda bir kültürel geriliği de ifade eder.

Kuşkusuz bir insan sadece içinde bulunduğu kültürel düzeye göre değerlendirilmez, çünkü kültürel yönden gelişmiş olan şehirlerde de her türlü "ahlaksız" çıkabilir, ya da kültürel yönden geri sayılabilecek olan köylerde de pek çok üstün ahlaklı insan var olabilir. Ancak yine de, şehirli kültürde yetişmiş insanların, köylü ya da göçebe toplumlarda yetişmiş insanlara göre ilahi dinleri kavramaya daha eğilimli olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Kuran'da, "bedevi"lerin "inkar ve nifak" bakımından şiddetli olduklarını ve "Allah'ın sınırlarını tanımamaya daha elverişli" oldukları haber verilir. (Tevbe, 97)

Faşizm, işte bu nedenle neo-Pagan ya da paralel bir tanımla "neo-Bedevi" insanların ideolojisidir. Yine aynı nedenle, diğer siyasi ideolojilerle karşılaştırılamayacak kadar entellektüel yönden sığ bir ideolojidir. Boş birtakım sembollere, efsanelere, içgüdüsel sloganlara dayanır. Bu zihinsel sığlık içinde yer alan bir insanın, "derin bir kavrayış" (Hicr Suresi, 75) gerektiren İlahi Dini anlaması mümkün değildir kuşkusuz. Bu nedenle, ya Nazizm'de olduğu gibi dini açıkça reddedecek, ya da Mussolini Faşizminde olduğu gibi onu kendi kafasında bir kaç basit slogana indirecek ve kendi sefil zihinsel boyutu içine çekecektir.

Faşist, neo-Pagan ve dolayısıyla "neo-Bedevi" olduğu için, sanat, estetik ya da temizlik gibi İlahi Din tarafından övülen kavramlara çok yabancıdır. Faşistlerin dış görünümlerine, içinde yaşamayı seçtikleri ortamlara, kullandıkları sembollere ya da söylemlere bakıldığında, tam anlamıyla bir ilkellik göze çarpar. Pis, bakımsız, çirkin, izbe mekanlarda yaşamaktan, bu gibi yerlerde toplanmaktan rahatsız olmaz, aksine zevk alırlar. Dahası, sanat ve estetiğe karşı da -bunlardan pek bir şey anlamadıkları için- garip bir öfke ve nefret duyarlar. Bu nedenle faşist her zaman için barbardır; yıkmayı, parçalamayı, yağmalamayı, öldürmeyi bilir. Bazen kendi dar ufku ve ilkel zihni içinde bir tür "sanat" geliştirir; ancak bu sözde sanat, gerçekte barbarlığını yansıtan ya da meşrulaştıran ilkel bir sembolizmden başka bir şey değildir.

Faşist, kendisini çok cesur ve gözüpek bir insan olarak gösterir her zaman. Oysa "cesaret" olarak tanımladığı içgüdüsü, gerçekte cahilliğinin ve düşüncesizliğinin ona verdiği bir vurdumduymazlıktan başka bir şey değildir. Gerçekten cesur bir insan, içinde bulunduğu durumu akılcı bir biçimde analiz eden, kavrayan ve sonra da paniğe kapılmadan gerekli tepkileri veren insandır. Faşistin cesaret dediği şey ise, içinde bulunduğu durumu analiz edemeyişinden kaynaklanır. Bunun en bariz örneği, diğer yandaşlarıyla birlikte iken aşırı derecede cesur -daha doğrusu küstah ve saldırgan- davranmaları, tek başlarına kaldıklarında ise son derece korkak ve karaktersiz bir üslup kullanmalarıdır. Güven ve cesaretleri "sürü psikolojisi"nin bir sonucudur çünkü; "sürü"den ayrı kalınca da şiddetli bir güvensizlik ve korkuya kapılırlar.

Faşistin bu ilkel zihinsel yapısının doğal sonucu, kaba kuvvete karşı büyük bir hayranlık duymalarıdır. İlahi Din tarafından övülen ahlaki erdemleri -aklı, adaleti, içtenliği, ince düşünceliliği, doğallığı vb.- kavrayamadıkları için, sadece ve sadece kaba kuvvetin cazibesinden etkilenirler. Bu nedenle de, İlahi Dinin insanlara öğrettiği en önemli prensiplerden biri olan "kuvvet haktadır" kuralını, "hak kuvvettedir" şeklinde tersten yorumlarlar. Askeri, siyasi ya da ekonomik güce sahip olan ve bu gücü de insanları ezmek için kullananlar, faşistleri kendilerine hayran bırakırlar. Faşizmin, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde, kendisinden daha büyük siyasi güçlerin -örneğin ABD'nin, askeri cuntaların, uyuşturucu kartellerinin ya da mafyanın- emrine girmesi ve onların "taşeronu" haline gelmesinin en temel psikolojik nedeni budur.

Faşizmin bu son özelliği, onun dünyanın önemli sosyo-politik güç merkezlerinden biri olan Siyonizm'le de ilginç bir yakınlaşma içine sokmaktadır. 19. yüzyılın sonunda doğan Siyasi Siyonizm hareketi ve onun ürünü olan İsrail Devleti, faşistlerin hep özendikleri güçlü, acımasız ve baskıcı karaktere yoğun bir biçimde sahiptir. Dahası, Siyasi Siyonizm ve İsrail Devleti, aynı faşistler gibi ırkçı bir ideolojiye sahiptirler. Bu iki temel paralellik, 20. yüzyılda faşizm ile Siyonizm arasında pek bilinmeyen ancak son derece etkili ve geniş kapsamlı bir ittifakın gelişmesine neden olmuştur.

O nedenle, şimdi de faşistler ile Siyonistler arasındaki bu az bilinen ilişkiyi incelemek gerekmektedir.

"SİYONİST BAĞLANTISI"

Bu bölümün başında faşizmin üç tane son derece önemli ancak gözlerden kaçan temel özelliği olduğuna değinmiş ve bunları inceleyeceğimizi söylemiştik. Bu özelliklerin ilk ikisini, neo-Paganizm ve homoseksüelliği önceki sayfalarda gözden geçirdik. Şimdi üçüncü ve belki de en örtülü özelliğe bakabiliriz.

Önceki bölümlerde faşizmin ve ırkçılığın iki büyük ilahi dinle, yani Hıristiyanlık ve İslam'la olan uyuşmazlığına değinirken, Yahudilik'ten hiç söz etmememiz dikkat çekmiş olabilir Bu kasıtlı bir ayırımdır. Çünkü Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'dan çok temel bir noktada ayrılmaktadır ve de bu durum, onun ırkçılıkla olan ilişkisini diğer iki dinden çok daha farklı hale getirmektedir.

Irkçılık İslam ya da Hıristiyanlıkla çatışmıştır, çünkü her iki din de evrenseldirler; hiçbir insan ırkını, kabilesini, halkını ya da ulusunu bir diğerinden ayırmaz ve birbirlerine üstün tutmazlar. Ancak Yahudilik, İslam ve Hıristiyanlığın (hatta Uzakdoğu dinlerinin de) aksine, tüm insanlara seslenen ve onları doğruya ulaştırmayı hedefleyen bir din değildir. Tam aksine, Yahudilik, Yahudi ırkına ait bir dindir: Yahudi ırkından olmayanlar, Yahudi dinine kabul edilmezler. Dolayısıyla, yalnızca inanca dayanan diğer dinlerin aksine, Yahudilik inanç ve ırk özelliğinin bir araya gelmesiyle oluşur.

Bunun da ötesinde, Yahudilik, bir de "üstün ırk" kavramı içerir. Yahudi geleneğindeki inanca göre, Yahudi ırkı, "Tanrı'nın seçilmiş halkı"dır ve diğer ırklardan üstündürler. Diğer ırklar, Yahudilerden aşağıdırlar. Yeryüzünün ve özellikle de Kutsal Topraklar'ın gerçek sahipleri de Yahudilerdir. Yine Yahudi inancına göre, bir gün Mesih geldiğinde, Yahudilerin diğer ırklara olan üstünlükleri eyleme geçirilmiş ve tüm ırklar Yahudilerin üstünlüklerini tanımış olacaklardır.

Kısacası, Yahudi dini ırkçıdır. Başka hiçbir büyük dinde rastlanmayan bir biçimde, ırkçılıkla bütünleşmiş, hatta ırkçılık üzerine kurulmuş bir dindir. Bu nedenle de, bir müslümanın "din" kavramından anladığı şeyle Yahudilik arasında çok büyük farklar vardır. Bir müslüman "din" denilince İslam'ı anlar. İslam, insana acizliğini hatırlatan, onu hırs ve ihtiraslarından vazgeçmeye çağıran, ona dünyanın geçici süsünü değil ahireti hedef gösteren, onu ırk, soy, kabilecilik gibi ilkel saplantılardan kurtulmaya çağıran bir dindir. Yahudilik ise bunun tam tersidir: Kendisine inananlara "üstün ırk" oldukları telkinini yapar, onları "dünyayı ele geçirmeye ve sömürmeye" teşvik eder, diğer ırklara karşı nefret aşılar. Yahudiliğin ahiret diye bir hedefi de yoktur: Hahamların elinde "tashih"e uğrayan Tevrat'ta, "cennet" ve "cehennem" kelimesi bile geçmez. Yahudilik yalnıza bu dünyayı tanıyan bir dindir.

Bu nedenle de, ırkçılık ideolojisi ile din arasında yaşanan büyük çatışma, Yahudilikle ırkçılık arasında yaşanmamıştır.

Tam aksine, 19. yüzyıl ırkçılığı, Yahudilere karşı ilginç bir sempati geliştirmiştir. Çünkü ırkçıların yapmak istedikleri, "saf ırklar" üretmektir: Kendi ırklarının diğer ırklarla karışmamasına çalışmaktadırlar. Hiç kimse, başka ırktan yani "dışarıdan" birisiyle evlenmemelidir ki, ırkın saflığı bozulmasın.

IRKÇILARIN SEMİTİK İLHAMLARI

Üstte belirttiğimiz nedenlerden ötürü, 19. yüzyıl ırkçıları Yahudi geleneğinin "değerini" keşfettiler. Çünkü Yahudilik, ırkçıların yapmak istedikleri şeyi, yüzyıllardır yapıyordu. Yahudi dini, binlerce yıldır ırklar arasında "üstünlük-alçaklık" olduğu safsatasını savunuyordu. Aynı şekilde ırkçıların elde etmek istediği "saf ırk" modeli de binlerce yıldır yalnızca Yahudiler tarafından başarıyla korunuyordu. "Irk-dışı evlilik" yapmak, Yahudi toplumunun binlerce yıldır en büyük yasaklarından biriydi. Bu nedenle, ırkçı düşüncenin önde gelen kuramcıları Yahudi kaynaklarına yöneldiler ve Yahudi geleneğine büyük bir hayranlık beslemeye başladılar.

Örneğin ırkçı doktrinerlerin en önde gelenlerinden biri olan ve İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı kitabıyla ünlenen Arthur de Gobineau, bunlardan biriydi. İnsan ırklarını bir "merdiven" teorisi ile sınıflara ayıran ve merdivenin en alt basamağına siyahları yerleştiren Gobineau, bu ırkın, "insanlığın en aşağı örneğini oluşturduklarını" öne sürüyor ve "bu ırk en geri zeka düzeyini aşamamıştır" diyordu. İkinci olarak "sarı ırk"ın varlığından söz eden Gobineau, bu ırkın da siyahlardan daha gelişmiş olmasına rağmen, yine de güçsüz ve iradesiz olduklarını iddia ediyordu. Irkçı ideolog, "beyaz ırk"ın üstünlüğünü ise şöyle anlatıyordu: "Güzeli eksiksiz anlatmak mümkün olmadığı için, onun karakteristikleri bu kadar kısa özetlenemez... Onur, bu ırkın eyleminin özgün dinamiğini oluşturur". Gobineau, bu ayrımın ardından, "beyaz ırk"ın diğerlerinden kesin olarak üstün olduğunu ve bu üstünlüğü politik alanda yansıtmasının (yani ötekilere tahakküm etmesinin) de gayet doğal olduğunu söylüyordu.

Ve işin en ilginç yanı, Gobineau'nun bu ırkçı safsatalarına dayanak olarak M. Tevrat'ı kullanmasıydı. Fransız Akademisyen François de Fontette, Gobineau'nun ırkları ayırırken, Tevrat'taki "Nuh'un oğulları" kıssasını kendine referans olarak aldığını bildiriyor.58 Tevrat'a sonradan eklenmiş olan bu efsane, bilindiği gibi, Hz. Nuh'un soyunun bir bölümünün lanetli olduğunu ve bu soydan gelen ırkların (ki Araplar buna dahildir) aşağılık ve lanetli ırklar olduğunu telkin eder. Yine aynı kaynakta bildirildiğine göre, Gobineau, etkisinde kaldığı Tevrat'ın asıl sahiplerini de övmekten geri kalmıyor ve Yahudileri "özgün, güçlü, zeki ve insanlığa tüccar kadar hekim de vermiş bir halk" olarak tanımlıyordu.59

19. yüzyılda mantar gibi çoğalan ırkçıların ilginç özelliklerinden biri de, az önce belirttiğimiz gibi, Yahudilerin "ırklarını koruma" yeteneğine duydukları hayranlıktı. Yahudilerin bu "başarı"sına hayran olanların başında da Alman ırkçılığını en önemli kuramcısı (ve Hitler'in de akıl babası) olan Houston S. Chamberlain geliyordu. François de Fontette, "üstünlüklerini yeniden üretmek için Kan Yasası'nı uygulamakta gösterdikleri beceriden dolayı Yahudiler, Chamberlain'in hayranlığına mazhar olmuşlardır. (Chamberlain'e göre) Onlar, ana kaynağı el değmemiş durumda korumuşlardır, ona bir damla bile yabancı kan karıştırmamıştır" diyor.60

Kısacası, başta Hitler olmak üzere 20. yüzyıl faşistlerine yol gösteren 19. yüzyıl ırkçıları, Yahudi geleneğine hayran oldular ve bir anlamda Yahudileri taklid etmek istediler. Buna karşın, resmi tarihte bilinen, başta Hitler olarak 20. yüzyıl faşistlerinin Yahudilerle aralarının hiç de iyi olmadığı, hatta Yahudilere karşı "soykırım" uyguladıkları şeklindedir. Oysa gerçekler oldukça farklıdır.

NAZİ-SİYONİST İŞBİRLİĞİ

19. yüzyıl ırkçılarının ve onları izleyen 20. yüzyıl faşistlerinin Yahudilere yaklaşımında ilginç bir ikilem vardır: Bu kişiler "saf ırk" oluşturmadaki becerilerinden dolayı Yahudilere hayrandırlar, ancak Yahudilerin kendi ırklarına karışmasını kesinlikle istememektedirler. Çünkü Yahudiler, Avrupa'nın neredeyse bütün ülkelerinde en büyük azınlık durumundadırlar ve ırkçıların en çok korktukları şey de, bu Yahudilerin Avrupalı toplumlar içinde asimile olup, "ırk saflığını" bozmalarıdır. Örneğin Naziler, 1935 yılında yayınladıkları Nuremberg kanunları ile, Almanların Yahudilerle evlenmesini, hatta cinsel ilişkiye girmesini yasaklamışlardır. Benzeri bir biçimde, tüm avrupa faşistlerinin ortak noktası, en büyük azınlık olan Yahudileri "tecrit" etmek olmuştur (aynı "tecrit" politikası Çingeneler gibi başka azınlıklara da uygulanmıştır).

İşte resmi tarih, bu noktadan yola çıkarak, Naziler ve benzeri ırkçı/faşistlerin gözüdönmüş birer "Yahudi düşmanı" olduklarını anlatır. Oysa gerçek çok farklıdır: Naziler ve benzeri faşistler, o dönemde Yahudi toplumu içinde büyük bir güce ulaşmış olan Siyonistlerle işbirliği yapmışlardır!

Naziler ile Siyonistler arasındaki işbirliği rasyonel bir zemine oturuyordu: Avrupalı ırkçılar, Yahudilerin kendi ırklarına karışıp asimile olmasını istemiyordu. İlginçtir, aynı hedef Siyonistlerce de paylaşılıyordu: Siyonistlerin en büyük sorunu, Yahudilerin gittikçe daha da artan bir hızla "ırk bilinçlerini" yitirmeleri ve Avrupalı toplumlar içinde asimile olmaya başlamış olmalarıydı. Zaten bu nedenle, Siyonistlerin 20. yüzyılın başından beridir uygulamaya çalıştıkları Yahudileri Filistin'e göç ettirme projesi büyük bir başarısızlığa uğramıştı. Avrupalı Yahudilerin önemli bir bölümü, "anavatan" olarak içinde yaşadıkları ülkeleri (Almanya, Fransa vb.) kabul ettiklerini ve Filistin'e göç etmek istemediklerini ortaya koymuşlardı.

İşte bu noktada Siyonistler, kendi halklarını göçe ikna etmek için ırkçı/faşistlerle işbirliği yapmaları gerektiğini düşündüler. Siyonizm'in kurucusu olan Theodor Herzl'in "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı olacaktır" şeklindeki sözü bu planı ifade ediyordu. Nazi-Siyonist ilişkisi bu çerçevede gelişti.

Naziler iktidara gelmeden önce de, Dünya Siyonist Örgütü'nün Almanya kolu olan Almanya Siyonist Federasyonu (ZVfD) arasında karşılıklı görüşmeler ve anlaşmalar olmuştu. Siyonistler, Naziler'le yaptıkları görüşmelerde, Almanya'daki Yahudi sorununun tek çözümünün bu Yahudilerin Filistin'e göç ettirilmesi olduğunu söylüyorlardı. Eğer Naziler Siyonizm'e destek olurlarsa, hem ülkedeki Yahudilerden kurtulmuş olacaklar, hem de Siyonistleri destekleyen büyük Yahudi sermayedarlardan önemli finansal destekler bulacaklardı. Bu oldukça mantıklı bir ittifak önerisiydi. Nazizm'in ideoloğu Alfred Rosenberg, Siyonistlerle işbirliği yapmanın yararlarından henüz 1920'lerin başında söz ediyordu.

Naziler 1933 yılında iktidara geldiler ve ittifak tam anlamıyla kuruldu. Siyonistler, Naziler'den, ülkedeki Yahudilere "Yahudi" olduklarını tekrar hatırlatmalarını istiyorlardı. Naziler çeşitli Yahudi aleyhtarı kanun ve eylemlerle bu isteği severek yerine getirdiler. 1935 yılında çıkartılan Nuremberg Kanunları, Yahudileri Alman toplumundan tümüyle izole etme amacını güdüyordu; Yahudilerin resmi dairelerde çalışmaları ve Almanlarla evlenmeleri kesin olarak yasaklanmıştı. Siyonistler ise bu kanuni düzenlemeden dolayı Hitler'e övgüler yağdırıyorlardı. Dönemin etkin Siyonistlerinden dünyaca ünlü yazar Emil Ludwig, Siyonistlerin bakış açısını şöyle ifade ediyordu:

Hitler adı belki bir kaç yıl sonra unutulacak olabilir. Ama Filistin'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim... Yahudiliklerini yitirmiş olan binlerce Yahudi onun sayesinde kimliklerine geri döndürülebilmiştir. Bu yüzden ben şahsen ona karşı büyük minnettarlık besliyorum.61

Yine ünlü Siyonistlerden biri olan Chaim Nachman Bialik ise "Hitlerizm, asimilasyonun pençesindeki Alman Yahudiliğini yokolmaktan kurtarmıştır" diyor, Hitler'le olan ideolojik akrabalığını da vurgulayarak "aynı Hitler gibi ben de kan düşüncesinin gücüne inanıyorum" diye ekliyordu.

Naziler ile Siyonistler arasındaki ittifakın en somut sonuçlarından biri, ülkedeki Yahudilerin güvenli bir biçimde Filistin'e transfer edilmesini sağlayan Ha'avara adlı göç anlaşmasıydı. Bu anlaşma uyarınca, bir Alman Yahudisi Filistin'e göç etmek istediğinde bütün mallarını Almanya'da satıp özel bir bankaya devrediyor, Filistin'e vardığında ise aynı bankanın Tel Aviv şubesinden parasını eksiksiz geri alabiliyordu. 1933-41 yılları arasında 60 bin Alman Yahudisi bu anlaşma ile Filistin'e transfer edildi ki, bu o dönem Filistin'deki Yahudi nüfusunun % 15'ini oluşturuyordu. Ha'avara'nın ekonomik sonuçları da oldukça önemliydi. İngiliz Tarihçi Edwin Black'e göre, "Ha'avara Filistin'de ekonomik bir patlama yaratarak, İsrail Devleti'nin kuruluşuna büyük bir katkıda bulundu".

Siyonistler bu denli iyi bir ittifak içinde oldukları Naziler'e büyük bir ekonomik destek de verdiler. Bu destek hem Hitler'in iktidarından önce, hem de iktidar yıllarında gerçekleşti. Siyonistler büyük Yahudi sermayedarları devreye sokarak öncelikle cılız bir siyasi hareket olan Nasyonal Sosyalizm'i iktidara taşıdılar. Hitler'in iktidara oturmasının ardından da, Alman ekonomisinin içinde bulunduğu ekonomik darboğazın aşılmasında Dünya Siyonist Örgütü ve örgütün devreye soktuğu Yahudi sermayedarlar büyük rol oynadı.

Nazi-Siyonist ittifakı ile ilgili bu bilgiler, Soykırım Yalanı adlı kitabımızda çok daha kapsamlı bir biçimde ele alındığı için burada fazla detaya girilmedi. Söz konusu çalışmada, gerek Naziler'in gerekse başta Mussolini İtalyası olmak üzere dönemin diğer pek çok faşist rejiminin Siyonistler kurdukları gizli ilişkiler incelenmişti. Dahası, "Yahudi Soykırımı" efsanesinin, özellikle de gaz odaları iddialarının içyüzü ortaya çıkarılmıştı. Ortaya çıkan gerçek şudur; "Yahudi Soykırımı", toplama kamplarındaki kötü şartlar ve tifüs salgını sonucunda bazı Yahudi tutukluların yaşamlarını yitirmelerinden ibarettir. Nazilerin Yahudileri imha etmeye kalktıkları ve bu iş için "gaz odaları" kurdukları iddiası ise, İsrail devletini kurmak için uluslararası destek bulmaya çalışan Siyonistlerin geliştirdiği propaganda amaçlı bir yalandır.

Çünkü her ikisi de aynı ırkçı ideolojiye bağlı olan ve aynı ırkçı projeyi -Yahudi ve Alman "ırk"larını birbirinden izole etme projesini- uygulamak için yola çıkan Naziler ile Siyonistler arasında hiçbir uyuşmazlık olmamıştır.